Çelişki yumağıyla oynayan bir kedi gördüm. Az yukarı
sokakta. az dediğime bakma, bir cigara içimi yürüme mesafesi kadar uzak.
Bilirsin hep hızlı içmişimdir cigaramı. Okulda öğretmen görmesin diye, evde
anne baba. sokakta ise bakkal ismet. Çünkü tüm mahalle uyarmıştı bakkal ismeti.
çocuklara cigara satılmayacak ve içen hemen ispiyonlanacaktı. Memleketten yeni
gelmişti ismet ve işlerini yoluna sokmaya çalışıyordu. İki ineğini ve bir
bostanını satıp gelmişti koca şehre. Tanıdığı yoktu ve sözünden çıkmak
istemezdi kimsenin. Küçük aklımızla bakkaldan cigara çalma planları yapardık.
Gözlemci olurdum hep. Komedi bu ya, ben mahallenin gözlük takan tek çocuğuydum.
İyi göremezdim ama sadece bir kez yakalandık. O gün yağmur yağıyordu ve
gözlüklerimin ıslanacağını hesaba katmamıştım. Şans bu ya babam çıkıverdi
köşeden. Uzaktan bizi görmüş ama ben görememiştim. O gece sokaktaki bütün
binalardan ağlayan çocuk sesleri yükselmişti. Yakalayan benim babam olunca en
çok dayağıda ben yemiştim. Ertesi gün bakkal ismet hepimize çikolata ve şeker
ısmarlamıştı. Nedenini anlayamadık önce. Epey zaman saf yada salak olduğunu
düşündük. Yıllar sonra, ben üniversiteyi bitirip mahalleye döndüğüm gün bakkal
ismete uğramıştım. Hem bir cigara almak hemde selam vermek için. Cigarayı istediğimde
bana o günü anlattı ve bende ertesi gün yaptığı şeyi; Aklıma geldi, nedenini
sormak istedim. Memlekette çocuğunu hastalıktan kaybetmiş zavallı. Bir iki sene
sonrada kendisi öldü. Bak sen şu kedinin yaptığına bize neler anlattırdı
böyle.
Bu arada mektuplarında oralardan hiç bahsetmiyorsun. Sadece
geleceğin günü, birkaç selamı, herhangi birşey isteyip istemediğimi yazmışsın.
Halbuki neler yaşadığını bilmek istiyorum. Herhangi bir gününü nasıl yaşadığını
kimlerle selamlaştığını, her gün önünden geçtiğin ağaçların çiçek açıp
açmadığını, geceleri böceklerin çıkardığı seslerin bizim buralardaki gibi olup
olmadığını.. Yine de sana haksızlık etmeyeyim, sen hep böyleydin. Şöyle sabahı
devirdiğimiz bir sohbetimiz olmadı hiç seninle.. Birkaç kişi ile bir araya
geldiğimizde ise sadece dinleyen olurdun. İşe yarardın ama, çayları hep sen
tazeler, birşey eksik oldu mu gece vakti açık bakkal arardın.. Öylece durmazdın
yani.. Evet, öylece durmazdın.. Hatırlıyorum da, okulda sarışını dövenlerin kim
olduğunu öğrendiğimizde daha ne yapacağımıza karar vermeden karşı fakülteye
dalmış ve bir güzelde dayak yemiştin. Zor kurtarmıştık seni ve kendimizi.. Hala
böylemisin bilmiyorum, bildiğim bir şey varsa oda sana laf geçiremediğimiz..
Bazen kendimize de laf geçiremediğimiz oluyor elbet. Bunca zulüm, bunca kıyım,
bunca haksızlık karşısında dil kuruyor, kalp sertleşiyor, kulaklar
sağırlaşıyor. Nefret birikiyor içimizde.. Sevecek hiçbir şey bulamıyor insan. O
içimizde ki eski defterler ise hiç silinmiyor, böyle zamanlarda ortaya çıkmak
için bekliyor bir yerlerde.. Bunları yazdığım için eski hümanistliğimin
depreştiğini, "düşmanını bile seveceksin ki kendisinden utansın"
edebiyatını yapacağımı düşünme sakın.. Uzun zamandır "herkes hakettiğini
yaşamalı" diye düşünüyorum. En yakınımdaki için bile bunu istiyorum.
Herşeyi böyle sevmek çok daha güzel.. Herhangi birşeyi sahiplenmek zorunda
kalmıyorsun. Böyle durumlarda ilk hali ile durmayı beceriyor eşya, insan,
doğa..
Bazen haberler de karşılaştığım bir hikayedir bu aslında.
Ormanın derinlikerinde yeni yaşamlar keşfedildiğin de bilim insanları, meraklı
siyasetçiler, paralı turistler oralara akın eder ve bu keşfedilen yaşamı
tanımak isterler. Yaşanılan şeyin ne olduğunu anlayamazlar önce. Konuşmaya
çalışırlar, anlaşamazlar. Dokunmaya çalışırlar, yaklaşamazlar. Kendilerinden
bunca zaman ve yaşam farklılığına sahip olanlara karşı çıkılmaz bir istek
başlar artık. Çünkü insan sahip olmadığına, olamadığına düşmandır. Modern dünya
kendinde beliren travmayı atlamak zorunda olduğunu düşünür ve yeni yaşamı
kendisine benzetmeye çabalar. Çünkü ancak o zaman onunla anlaşabileceğini,
konuşabileceğini ve ona dokunabileceğini düşünür.. Gerçi sadece modern dünya
deyip olayı klişeleştirmek doğru değil. Bu yazgıya insanın eline düşmüş ve
elinden çıkmış olan dinler, toplumsal töreler, ahlak sınırlayıcıları da
dahildir. Tüm çıkış noktaları evrensel duygularla kaplı olan ama tanımadığı bir
varlık ile karşılaştığında yaşadığı travmayı atlatmak için onu kendisine
benzetme çabasında olmayan bir şey yoktur sanırım. Aslında olmaması da en doğru
sonuçtur. Bu travmanın tam karşılığı hiçbir şey olmamaktır..
Bu durumun bir başka sonucu da vardır. Onu da Jean
Baudrillard'ın Simulakrlar ve Simülasyon isimli kitabından alıntı ile yazmaya
çalışacağım. Şöyle ki;
***
Filipinler hükümeti, 1971
yılında sömürgeci, turist ve etnologların ulaşamayacakları bir bölgede yaşayan
bir avuç Tasadaylı’nın ilkel yaşamlarına dönmesini sağlayan düzenlemeyi yaptığı
gün etnoloji de paradoksal bir şekilde kendi ölüm fermanını imzalar gibi
olmuştur. Sekiz yüzyılı aşan bir süreden bu yana diğer insanlarla kesinlikle
herhangi bir ilişki kurmadan vahşi ormanın derinliklerinde yaşamış olan bu
insanlar sonunda antropologların elinden kaçamayarak keşfedilmişlerdir. Ne
varki Tasadyalılar’ı keşfeden antropologlar bu insanların kendileriyle ilişki
kurar kurmaz, kapatılmış oldukları mezarlardan açık havaya çıkartılır
çıkartılmaz toz haline gelen mumyalar örneği, yok olup gittiklerin görünce
ormandaki yaşamlarına dönmelerini istemek zorunda kalacaklardır.
Öyleyse etnolojinin
yaşayabilmesi için nesnenin ölmesi gerekmektedir. “Keşfedilen” nesne ölerek,
hem intikam almakta hem de kendini çözmeye çalışan bilime meydan okumaktadır.
Bütün bilimlerde zaten kendi
varlıklarını, kavradıklarını sandıkları nesnelerinin zaman içinde eriyip
gitmesi gibi bir paradoks üzerine oturtmaya mahkum edilmemişler midir? Ölü
nesne, gözünün yaşına hiç bakmadan bilimi ters yüz etmekte ve o ilk başlangıç
noktasına geri göndermektedir. Tıpkı arkasına bakması yasaklanmış olan Orfeus’un
dayanamayarak başını döndürmesi sonucunda sevgili karısı Eridikya’nın cehenneme
geri gönderilmesi gibi.
Böyle bir paradoks içine düşmek
isteyen etnologlar ise Tasadyalılar’ı bir güvenlik çemberi içine alarak,
aslında kendilerini kurtarmaya çalışmışlardır. Çünkü o andan itibaren
Tasadyalılar’a dokunmak yasaklanmıştır. Keşfedilmemiş bir maden yatağının
işletmeye açılmadan kapatılması gibi insanlar da ormanlarına kapatılmıştır.
Bura da nesne kazanmış, bilim kaybetmiştir. Bilimin elinden kaçırdığı nesne, bu
kez “bekaretini” koruyabilmiştir. Burada bir fedakarlıktan (bilim asla
fedakarlık yapmaz, o her zaman için öldürücü bir özelliğe sahiptir) çok kendi
gerçeklik ilkesini korumaya çalışan bilimin yaptığı bir fedakarlık
simülasyonundan söz edilebilir. Dondurularak buzluğa yerleştirilen Tasadaylılar
etnoloji için kusursuz bir bahane, sonsuza dek kendisinden yararlanılabilecek
bir tür güvencedir. Bu noktada Jaulin, Castaneda, Clastres gibi insanlarla
ortaya çıkan uçsuz bucaksız bir antietnoloji olayıyla karşılaşılmaktadır. Çünkü
normal bir gelişme sürecini yaşayan bir bilim giderek nesnesinden uzaklaşmak ve
sonunda ondan vazgeçmek durumundadır. Bu durumda bilimsel özerklik fantastik
bir şeye dönüşmekte ve o saf, anlamsız biçimine kavuşmaktadır.
Camdan, saydam bir sandukaya
benzeyen vahşi orman adlı “ghettolarına” geri gönderilen yerliler, bu yüzden
etnolojinin disiplini öncesinde yaşayan yerlilere özgü bir simülasyon modeline
dönüşmektedirler. Böylelikle kendi
amaçlarını aşıp geçen etnoloji, tamamen kendisi tarafından yeniden
yaratılmış/üretilmiş “yerlilere” ait “ham” gerçeklik içindeki yerini
alabilecektir. Yani vahşiler, vahşiliklerini bile etnolojiye borçlu
olacaklardır! Ne büyük marifet! Kendini vahşileri yok etmeye adamış görünen bir
bilim için ne büyük zafer!
Öte yandan bu dondurulan ve
sterilize edilerek öldüresiye denilebilecek katı önlemlerle koruma altına
alınan ve babası öldükten sonra doğan çocuğa benzeyen vahşilerin bir gönderen
sistemleri simulakrına, biliminse saf bir simülasyona dönüşmüş olduğu
söylenebilir. Benzer bir olayla Fransa’nın Creusot bölgesinde karşılaşılmıştır.
Tarihin belli bir döneminde ortaya çıkarak bu döneme tanıklık eden işçi
mahalleleri, faaliyet halindeki sanayi kuruluşları, erkeği, kadını ve çocuğuyla
bütün bir kültür canlı canlı bir tür açık hava müzesine dönüştürülmüş gibidir.
Bu insanların davranışları, konuşma biçimleri ve alışkanlıkları belgesel bir
film çekiminde olduğu gibi cannlı canlı fosilleştirilmiştir. Sınırlı bir alan
üzerine inşa edilmesi müze ortadan kalkmış ve her yer müzeye dönüştürülerek
yaşamın bir parçası haline getirilmiştir. Keza etnoloji de sınırlı bir nesnel bilim
dalı olmak yerine nesnesini özgür bırakıp, canlı olan herşeyi kapsayarak
simulakrlara özgü, heryerde hazır ve nazır, görünmez bir dördüncü boyuta
dönüşmektedir. Artık hepimiz birer Tasadaylı, bir başka deyişle o ilk
görünümlerine ancak etnolojinin tezgahından geçtikten sonra kavuşan –evren-sel
bir etnolojik gerçekliğin varlığını nihayet ifşa eden yerlilere benziyoruz.
***
Demem o ki, her iki sonucunda da insana kalan insanlıktan çıkmaktır.. Öyle ise
herkesi olduğu gibi kabullenmek ve hak ettiğini elde ettiğini ve onu yaşamasını
izlemek sevilmesi gereken şeydir benim için.. Bir sonra ki mektubunda bana
neler istediğimi değil, neler yaşadığını anlat..
yakup
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder