Söylemsel

PERİ SUYUNUN HİKÂYELERİ (Akif ARDA Röportajı)


İstanbul’un sağanak yağış altında olduğu ve soğuğu içten içe hissetmeye başladığımız bir gündü. Şehrin gürültüsünden uzak, yamaçların çokça olduğu, ana yol haricinde sokakların çamurlu hallerinden nasibimizi aldığımız bir muhitte bulduk kendimizi. İçimizi dolduran toprak kokusu ve yamaçların uçlarına yapılmış gecekonduların arasından hedefimize ulaşma çabasındayız. Bir yandan da yabancılardan pekte hoşlanmayan sokak köpeklerini süzerek adresimize ulaştık. İki katlı ve bahçeli bir evin, giriş kapısı olup olmadığı pekte anlaşılamayan dükkân kepenklerinin önünde bir o yana bir buyana bakarak ev sahibimize geldiğimizi haber etme çabasında kaldık. Sonrasında kepenklerin örtmediği bir kısmın kapısı açılıyor ve buyur ediliyoruz içeriye.

Tıpkı kitaplarındaki öykülerin yaşam bulduğu şekliyle karşılıyor bizi. Küçük bir sobanın arkasındaki sandalyesine kurulmuş ve bir yandan televizyondaki Kürt müziği programını dinleyip diğer yandan önünde, küçük masanın üzerindeki dergilerle ilgileniyor. Bulunduğumuz odanın bir köşesi Bingöl haritası ve yöresel ezgileri anlatan gündelik küçük eşyalar. Diğer tarafı ise kendi imkanlarıyla yapılmış olduğu belli olan sedir. Bu küçük odayı ısıtan sobayı görünce keyfimiz daha da yer ediniyor içimize. Güzel bir sohbetin hep baş tacı olan bu görselliğin etrafına bizde kuruluyor ve ses kayıt cihazımızın düğmesine basarak sohbetimize yol alıyoruz.

Bugüne kadar birçok kitap yayınladınız. Aynı kültürden ve şehirden olup ta sizi tanımayanların çokluğu var. Belki de bu söyleşiden sonra sizden ilk defa haberdar olacak olanlar, hakkınızda kısa bir öz geçmişe ulaşmak isteyeceklerdir. Kitaplarınızda olsun ya da başka bir kaynaktan, buna ulaşmak güç. Bu yüzden belki klasik olacak ama bize kendiniz hakkınızda kısa da olsa bilgi verebilir misiniz?

Akif ARDA: Ben Kiğı ilçesinin Dar köprü (Hurs)’ye bağlı xılçan mezrasında doğdum. Küçük bir mezramız vardı. 10-12 ailelik bir yerdi o zamanlar, ama şimdi hepsi dışarıda. O mezrada bir tek okuyan ben oldum. Ailem fakir ve yoksundu ama babamın kendisine ait kitapları vardı okumayı seven ve görgülü birisiydi. Okumam için elinden geleni yaptı. O zamanlar da yöremiz son derece uyumlu bir yaşama ev sahipliği yapıyordu. Ermeniler vardı ve onlarla gayet iyi geçiniyorduk. Aralarında kirveliğimizi yapanlar bile vardı. Bir birimizi sever ve sayardık. İlkokulu köyümde bitirdim. İlkokulu bitirinceye kadar pek Türkçeyi bilmiyordum. Sonra liseyi Bingöl’de, Bingöl lisesinde bitirdim. Elazığ’da öğretmenlik için fark derslerimi de verip öğretmenliğe geçtim. Öğretmenliğe ilk Yozgat’ta başladım. Daha sonra Bingöl’de kendi yöremde öğretmenlik yaptım. Köyümde öğretmenlik yaparken aynı zamanda da çiftçilikte yapabiliyordum. Sonrasında Kiğı lisesinde göreve başladım. Ardından 1987 güzünde İstanbul’a geldim.

Yazma uğraşına ne zaman başladınız?

Gurbet bizler için son derece zor bir yaşam koşuludur. Kendi topraklarımızdan uzak kalmak, o kültürü doya doya yaşayamamak büyük bir hüzün kattı içimize. Bende bu durum içerisindeyken yazma fikrini geliştirdim. Ayrıca İstanbul’a göç etmiş olduğumuzdan dolayı kültürümüzden uzaklarda kalacaktık ve çocuklarımız Türkleşiyordu. Ben de, onlar ilerde kendi asıllarını merak ederler nerden geldiklerini araştırmak isterler diye tüm bunları yazmak istedim. Yöremize ait hikâyeleri, masalları, öyküleri derleyip toparladım ve yayınladım. Bu çalışma tamamıyla annelerimizden, ninelerimizden duyduğumuz hikâyelerin toparlanmasıdır. Örneğin Kiğı’da dersleri boş geçen bir okula kısa süreliğine öğretmen atadılar beni. Bende oradayken öğrencilerden bir ödev hazırlamalarını istedim. Büyüklerinden duydukları hikâyeleri yazmalarını istedim. Ertesi gün masam hikâyelerle doldu. Yarım Türkçe anlatımıyla hazırlanmıştı tüm bunlar. Bende onları derleyip toparlayıp kitaplarıma aktardım.

İlk kitabım da bu şekilde oluştu. Bingöl dışından Kiğı ile ilgili bilgiler, hikayeler, öyküler isteniyordu. Bu talepleri de İlçe içerisinde hep bana yönlendirdiler. Bende, yaptığım o çalışmalarımı bir süre sonra derleyip toparlayıp Kiğı Folkloru ismiyle 1979 yılında yayımladım. Sonrasındakiler ise emekliliğimden sonra oluştu ve çoğu 2002 yılında yayınlandılar. İki kitabım harici tümünü Türkçe yayımladım. Şuan elimde son bir yıldır yazdığım ve sanırım bir iki yıl daha sürecek bir roman var. Bu çalışmamdan sonra Türkçe yayımlanmış tüm kitaplarımı asıl dillerine dönüştürücem. Bu halleriyle daha anlaşılır olmasını sağlamak istiyorum. Türkçe kelimelerle birçok konuyu açıklayamadığımı düşünüyorum ve pek lezzet duymuyorum. Kürtçe olduklarında daha okunur hale gelecekler. Birde Yozgat’ta öğretmenlik yaptığım sıralarda yaşadığım ve yansıtmak istediğim bir konuyla ilgili bir kitap hazırladım, ama onu yayınlamadım. Onu da tekrardan elden geçirip yayınlarım diye düşünüyorum.

Bahsettiğiniz son roman çalışmanızla ilgili kısa bir bilgi alabilir miyiz?

Şuan yazdığım roman yöremizdeki yurtsever bir ailenin kendi içlerindeki ve çevrelerindeki olayları anlatıyor. Bu durumu 1925’li yıllardan alıp bugüne kadar getirmeyi düşünüyorum. Bu aile nezdinde tüm yörenin tarihini anlatan bir roman olacak. Yazmak için biraz zahmetli bir yol seçiyorum. Önce kalemle kâğıda geçiyorum, oradan daktiloya ve o halini azda olsa öğrendiğim bilgisayara aktarıyorum. Bu yüzde, sanırım 2-3 senelik bir çalışma olacak.

Yöremize ait kültür vurgunuz bütün kitaplarınızın merkezi konumunda. Özellikle ana dil hususunda. Bunu çok açık bir şekilde görüyoruz. Bu tedirginliğinizi anlamak güç değil. Yine de sormak isteriz. Sizin gözünüzden bu değerlerimizin şuan ki durumu nasıl görünüyor?

Bizler ve yöremize ait çok insan artık gurbette yaşıyor. Birçok köy tamamen terk edilmiş ve büyük şehirlere göçmüş durumdadır. Bu şehirlerde bizlere oraların havasını koklatacak derneklerimiz var ve kültürümüzün yaşatılabilmesi için bu kurumların varlığı son derece önemli. Ancak onlarında içleri boşaltılmış durumda. Başka illerin derneği haline bürünmüşler. Mekânlarına gittiğinizde yörelerimize ait hiçbir figürle, resimle karşılaşamıyoruz. Bize oraları anlatacak görsel hiçbir şeyi bulamıyoruz. Hadi biz belli bir yaşa gelmiş ve hayatımızın çoğunu yöremizde geçirmiş insanlarız, bazı şeyleri biliyor ve hatırlıyoruz. Ama çocuklarımız bunlardan mahrum ve onlara kültürlerinin ne olduğunu anlatacak hiçbir şeye sahip değiliz. Bu nedenle derneklerimiz, ileriki zamanlarda kendilerini bir araya getiren tüm bu özelliklerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için bir çaba içerisine girilmelidir.

Tabi bu durumu sadece derneklerimizin üzerine yıkmakta doğru değil. Bizimde bu hususta üzerimize düşen görevlerimiz var. Örneğin yaşadığım bir hatırayı size aktarayım; 2003 yılında Bingöl’den İstanbul’a gelmek için otobüs garında bekliyordum. O sırada, İstanbul’da faaliyette olan BİNYAD derneğinin çıkarmış olduğu dergileri bir çöp kutusunun içinde gördüm. Sanırım birileri okunması için otogarda masalara bırakmış ve başkaları da bunları toplayıp çöpe atmış. Bende hepsini oradan alıp çantama koydum ve otobüste tüm yolculara okumaları için dağıttım. Bunun gibi çokça bir yabancılaşma ve kendimizi hor görme üslubuna sahibiz. Karşılaştığım birçok anne baba çocuklarıyla kendi aralarında konuştukları dili değil, Türkçeyi tercih ediyor. Yöremizde bu yönde büyük bir yozlaşı var. Bu hususta yöredeki insanlar şunu diyebilirler; “üzerimizde baskı var, bizde bu yüzden baskıdan kurtulmak için bu yolu tercih ediyoruz”. Belki bir duruma kadar haklıdırlar. Ancak bu baskıdan kurtulmak için büyük şehirlere göç edenler, yurt dışına siyasi iltica edenler vardıkları yerde de aynı şekilde davranıyor. Sen yörenden kültürünü yaşayamadığın için buralara gelmedin mi? O halde neden çocuğunla kendi dilinle değil de Türkçe konuşmaya devam ediyorsun. İnsanlar elbette bulundukları yörelerde diğer dilerlide kullanabilmeli. İngilizceyi, Fransızcayı, Almancayı, Türkçeyi öğrenmeli ve konuşabilmeli ama kendi dilinden de uzaklaşmamalı. Kendinden sonraki nesle bunu aktarabilmelidir. Bizim tekrardan kendimize olan saygınlığımızı kazanmamız gerekiyor.

Halk olarak kendimize olan yabancılığımızın serüveni nedir sizce?

Devlet şuanda bölgede amacına ulaşmış durumdadır. Herkes Kürt sorunun PKK ile başladığını düşünür. Bu yanlıştır. 1980 öncesinde de Kiğı’da öğretmenlik yaptım ve orda devletin halk üzerinde büyük bir baskısı vardı. Köy köy dolaşıp halkı göç etmeye zorlarlardı. Bunlar yaşanırken PKK diye bir örgüt henüz yok, olaylar yaşanmıyor ama baskı var. Köylerimizin etrafı ajanlarla doluydu ve halkı birbirine kırdırmak için büyük çaba içerisine girmişlerdi. İnsanlarımızı hizipçiliğe, ajancılığa, ispiyonculuğa alıştırdılar. Öğretmenlik yaptığım yıllarda, öğrencilerim daha yeni okula başladıklarından Türkçe nedir bilmezlerdi. Birbirleriyle ancak Kürtçe konuşarak anlaşabilirlerdi. Ne zaman müfettiş yoklamasına tabi olsak bu büyük sorun olurdu. Bizden, sınıfta Türkçe konuşma başkanı ve Kürtçe konuşmama başkanı olacak öğrenciler seçmemizi istiyorlardı. Onlar, sınıflarındaki arkadaşlarını izler okulda ya da köy içinde Kürtçe konuştular mı öğretmenlerine bildirirlerdi. Devlet bu yolla halkı birbirini ihbar etmeye alıştırdı. İnsanlarımız arasında, bilinçli olanlarla birlikte, bilinçsizce de olsa devletin muhbirliğini yapanlarla doldu.

Öncesinde bütün sorunlarımızı, sıkıntılarımızı kendi içimizde konuşup çözerdik. Köyümüzdeki büyüklerimizin nezdinde, sözü geçenlerin yanında bütün sorunlarımızı karşılıklı anlaşarak hallederdik. Ancak devletin bu içten asimile tutumu halkı birbirinden kopardı ve kendisine bağladı. En ufak sorun kaymakama, karakola gidilerek halledileme yoluna girildi ve devletin hükmü altında çözümler bulunmaya çalışıldı. Bu da resmi ideolojiyi yörede güçlendirdi.

Devletin halkına en büyük eziyeti onu kendisine muhtaç hale getirmesidir. Örneğin şuanda mevcut hükümet, halk arasında yoksulluğu kullanarak bu durumdan oy rantı oluşturma çabasında. Kömürle, makarnayla kandırılan bir kesim var. Bu, geçmişte de var olan resmi ideolojinin bugüne yansımasıdır. Devletin o günlerden farklı olduğunu düşünmek yersiz bir tutum olur.

Bu baskı politikası içerisinde siz öğretmenlik gibi zor bir mesleği seçmiştiniz. En çok hangi konularda zorlandınız?

Öğretmenlik yaptığım yıllarda, baskı sadece halka değil öğretmenlere de yapılırdı. Bir öğretmenin görevi nasıl ki öğrenci yetiştirmekse aynı zamanda kendisini de gelişime açık tutmalı ve her an öğrenme yolunda olmalıdır. Ancak bu şekilde öğrencilerine sürekli bir şeyler aktarabilir. Ancak bizim üzerimizde öyle bir baskı vardı ki okuduğumuz kitaplar didik didik edilirdi. Gazete okuyamıyorduk. Bazı zamanlar dışarıdan gazete gelirdi ve bizde okuduktan sonra ya yakarak ya da toprağa gömerek imha ederdik onları. Çok az vakitlerde köy kahvesinde oturup okurduk. Oda ayrı bir sıkıntı yaratırdı. Çünkü kendi halkımız bile bazen devletten daha büyük bir baskıyı okuyana, bilgi edinmeye çalışana gösterirdi. Bu yüzden hep gözetim altında tutulan bir yanımız oldu ve kendimizi hiçbir şekilde geliştiremedik. Şimdi o yılları hep kaybedilen zaman olarak anıyorum.

Hiç hak etmediğimiz suçlamalarla karşılaştık. Bir gün birisi benim hakkımda “Barzanicidir” diye suç duyurusunda bulunmuştu. Geldiler sordular “sen Barzanici misin?” diye. Keşke Barzanici olsaydım ve suçlama doğru olsaydı. Ama daha onun ne demek olduğunu bile bilmiyordum. Bunu yapanlar kendi halkımızdan olan insanlar. Öyle bir topluluk var ki aramızda, devlet Türkçe ve Kürtçeyi iki resmi dil olarak kabul etse bunlar karşı çıkar; “Devlette ikililik olmaz” diye. Ya o olacak ya bu olacak derler. Kendilerinde de bir şey yapabilme kuvveti olmadığından devletin dediği daha üstün gelir onlara.

İşte bu yüzden Devletin Ocak ayında yayına sokacağı Kürtçe yayınını önemsiyorum ve bu bahsettiğim kesimlerin doğruyu görebilmeleri açısından önemli bir aşama olarak görüyorum. Çünkü onlar devlet endeksli hareket etmeyi daha uygun görenlerdir ve bazı şeylerin farkına varması gereken kesimi kapsarlar. Bu açıdan konuya politik yönden bakıp “devlet elini çeksin kültürümüzden” diye söylenenler olayı bu yönüyle de değerlendirmelidir. Eğer bir bütün halinde hareket etmemiz gerekiyorsa bu ayrılık ve gayrılığı ortadan kaldırmalıyız. Birbirimizi anlamaya çabalamalıyız. Bizi bu sonuca götürecek her türlü çalışmayı destekleyebilmeli en azında sabırla takip etmeliyiz.

Keşke devlet Kürtçe dergi, kitap yayınlarını da yapabilse. Devlet kütüphanesinde bu kitapları görebilsek. Bu sayede son iki yıldır Bingöl’de yapılan Sempozyumun değeri de daha çok artar. İşlenen konular daha bir gerçeği ortaya döken çalışmalar haline gelir. Birilerinin yanında, devletten de cesaret bulup gerçekleri rahatlıkla söyleyebilme ve yapabilme kabiliyetine sahip olan kesimler ortaya çıkar. Olaya tek yönlü ve politik değerlendirmeler yaptığımız sürece bu süreçlerin önü kesilir, kaybeden yine biz oluruz.

Sizinde devamlı değindiğiniz yoksunluk ve yoksulluk bu bölge insanın bir kaderi halini almış durumda. Sizce bundan çıkış yolu nedir?

Bu topraklarda insanlarımız 15 bin yıldır yaşıyor. Hiçbir zamanda bir devlet, bir ulus olma hareketinde bulunmadılar. Bu yüzden bunca yıl bazı devletlerin kendi topraklarına hükmetmelerine ses çıkarmadılar ve dostane bir tutum sergilediler. Ancak bulundukları bölge birçok devletin kesişme noktasındaydı. Roma döneminden tutunda, Sasaniler, Osmanlılar vs. hep bu bölgede varlıklarını sürdürdü. Bu yüzden de bu devletler hısımlarıyla savaşlarını hep bizim topraklarımızda gerçekleştirdiler. Kuzeyden Ruslar, doğudan İranlılar, güneyden Araplar, batıdan Osmanlı, Roma derken savaşı hep gören yaşayan bizim insanlarımız oldu. Onlarda çareyi dağlara sığınmakta buldu. Buna mecbur bırakıldılar. Dağlarda yoksullukla ve cahillikle tanıştılar. Bu bir kader mi bilmiyorum ama bizim üzerimize düşeni yapmamız durumunda bu durumun değişeceğini düşünüyorum.

İnsanlarımız üzerlerinde oynanan oyunların farkında olmalıdır. Kültürünü, inancını, mezhebini yani bir halk olma durumunu ortaya döken bütün özelliklerini iyi bilmeli ve tanımalıdır. Bu güzellikleri birbirleriyle anlaşabilmek için kullanmalıdırlar. Bunu tam olarak yerine getirmemesi durumunda birçok oyuna alet eder kendisini. Kitabımda da yazdığım bir örneği size aktarayım. ABD Irak’a girip Saddam’ı idam ettiği günlerdi. Bizim burada okumuş, görmüş geçirmiş birisi vardı. Bir gün Cuma namazından geç geldi. Sordum “hayırdır neden geç kaldın” diye. Bana verdiği cevap şu oldu. “Saddam için dua ettik” dedi. “Sen ne diyorsun?” dedim. Senin halkını kıran, senin halkını üzen birisine sen duamı ettin dedim. Evet dedi. Çünkü o İslam adına Amerika ile savaşıyormuş. Bunun nasıl bir durum olduğunu düşünebiliyor musunuz? Kendi halkına zulmeden biri bir anda İslam’ın neferi haline geldi. Bu, inançlarımızdaki oyunların apaçık bir göstergesi değimlidir? Söylemek istediğim şeyler tamda budur. Dikkat etmemiz gereken o kadar çok şey var ki. Bu oyunları bozmamız için artık uyanmalı, üzerimizdeki cahilliği atmalı. Hemen her konuda okumalı. Kendi dilimize, kendi inançlarımıza kendi kültürümüze sahip çıkmalıyız.

Son olarak; günlerinizi neler yaparak geçiriyorsunuz?

Daha fazla şişmanlamamak için bahçemle ilgileniyorum. Bol bol kitap okuyorum. Özellikle Kürtçe yayınları hiçbir şekilde kaçırmamaya çalışıyorum. Kitap, dergi vs ne varsa topluyorum ve onları tek tek okuyorum. Dışarı çıkıp yürüyüş yapıyorum. Evin etrafında dolanıp kılamlar söylüyorum yüksek sesli. Günlerimi hep böyle geçiyor.

Bize vaktinizi ayırdığınız için teşekkürler.

Ben teşekkür ederim ve tekrardan beklerim.

Röportaj
Nurullah Bürçün, Yakup Uğurlu

Yazarın Eserleri;

KİĞI FOLKLOR (1979)
“BENDEJİ” –Öğrencilik Anılarım- (2002)
“MÜFETTİŞ BEY” –Öğretmenlik Anılarım- (2002)
“ÇELENG-İ CENGİ” –Kürt Masalları- (2002)
“MEMÊ ALAN” –Kürt Hikâyeleri- (2002)
“KAMÇURCU” – Öyküler- (2002)
“KEFTAR” –Roman- (2002)
“ÇÛÇİKÊN BER BAZ” –Çirok- (Kürtçe-2007) Doz Yayıncılık
“DAWÎYA GAYÊ SÊVO” –Fabl- (Kürtçe-2007) Doz Yayıncılık
“Bütün Yönleriyle ÇEWLÎK BİNGÖL” –Bingöl hakkında herşey- (2006) Doz Yayıncılık