tül çorap..

Oda da ki işlemler bittiğin de bir görevli ile birlikte dışarı çıktı. Görevli bir eli ile koluna girmiş diğer eli ile içinde eşyalarının bulunduğu çantayı taşıyordu.. Dışarıya doğru yöneldiler. Hava kararmıştı. Yağmur ise şiddetini azaltmıştı sadece. Onları ıslanmaktan koruyacak herhangi bir şeyleri yoktu. Olsaydı da kullanmak istemeyecekti. Dış kapıdan çıktılar, diğer bloğa doğru yürümeye başladılar.. İsteksizce bir yürüyüş değildi bu. Nereye gideceğini biliyordu ve bunu hep beklemişti. Bloğun bahçe kapısının önüne geldiklerinde demir kapıya vurdu görevli. Kısa süre sonra kilitli kapı açıldı. Bahçenin taşlı yolunda ilerlediler. Neredeyse yüzyıldan fazladır bahçe de duran ağaçlar vardı. Her biri birçok hikâyeye tanık olmuş, ama hiçbirisini umursamamış gibi canlı duruyorlardı. Hiçbir ağaç yaşlanmış görünmüyordu. Diplerindeki banklar ise sırtı binaya dönük şekilde ve karışık bir düzen içerisinde duruyordu. Bütün hepsi karşıdaki başka bir binaya bakıyordu. Bahçenin sol tarafında bir çardak vardı sadece.. Bu küçük bahçeyi sevebileceğini düşündü.. Güneş tam tepede dursa bile ağaçların birbirine yakın durmaları yüzünden hep gölgede kalacaklardı. Bahçenin bu hali, her an saklanılabilecek küçük bir delik olarak göründü gözüne.. Küçükken oyunların da ya da görmek istemediklerine karşı hep saklanacak bir yerler araması gerektiğini düşünürdü. Bu iki şeye çok sık rastladığı için bunu önceden planlardı. İşte o an bu bahçe o planlardan biri haline gelmişti. Saklanacak bir yer bulmak kadar onu mutlu eden şeyleri çok fazla yoktu.. Binanın merdivenlerinden çıktılar. Soğuk bir kapı ile karşılaştı. Görevli kapıya vurdu. Yine kısa süre sonra içeriden anahtar sesi geldi ve o ağır, soğuk kapı açıldı. Kapıyı açan ayağında beyaz terliği olan, gri bir eşofman giyinmiş neredeyse yaşlı denecek, gözlüğü burnun ucunda duran bir kadındı. Bu kadının bahçedeki ağaçlardan hiçbir farkı olmadığını düşündü. Dudaklarına hafif bir gülümseme geldi. Tuttu kendini. Kolundan tutan görevli kendisini içeridekine emanet edip gitti. Çantasını artık bu yaşlıca kadın tutuyor ve kolunu çekiştiriyordu. Bu kadının ellerinin diğer görevliden daha soğuk olduğu hissine kapıldı. Çok uzun bir zaman boyunca görmek, konuşmak ve isteklerini yerine getirmek zorunda kalacağı kişi eğer buysa ondan nefret etmeye şimdiden hazırdı. Onu yine kapısı kitli bir odanın yanına götürdü. Cebinden bir düzine anahtar çıkardı. Bütün anahtarların başlığı farklı farklı renkteydi. Kapının renginden olan anahtarı seçti ve kapıyı açtı. Işığı yaktı. Çantasını masanın üzerine koydu. Masanın yanında duran dolabı açıp içinden mavi renkli bir eşofman çıkardı. Onu da masaya bıraktı. Kendisine döndü ve sakin bir sesle.
-Sen mi soyunup giyinmek istersin, yoksa ben mi yapayım bunu? diye sordu.
-Ben, diye çok kısık bir ses çıktı sadece dudağından. 
Neredeyse saatlerdir dudağından dökülen ilk kelime buydu. Kendi sesini bile duyamadığını anımsadı.
Görevli kadın “anlamadım” diye başını yaklaştırdı ona.
-Ben, dedi tekrardan. 
Bu defa sesi biraz daha yüksek çıktı. Görevli kadın peki deyip masanın kenarından durdu. Ellerini göğsünde bağdaş kurup bekledi. 
Görevli kadına öylece durup bakıyordu sadece. Kadın da ona.. Görevli kadın bir süre sonra bağdaş kurduğu ellerin den birini masanın kenarına koyup.
-Çıkmamı bekliyorsan yanılıyorsun. Karşından durucam ve soyunmanı izliycem. Üzerinde kesici, delici herhangi bir şey bırakmadığından emin olmalıyım! dedi..
Bu konuda ısrar etmek gelmedi bile içinden. Yağmurda ıslanmış olan montunu çıkardı. Toplanmamış ıslak saçları göğsünün üzerine düştü. Küpelerini çıkardı, kadına uzattı. Elbisesinin düğmelerini tek tek açtı. Bunu yaparken her ikisinin de acelesi olmadığını fark etti. İlk düğmedeki hızı son düğmeye doğru iyice azalmıştı. Elbisesini çıkardı kadına uzattı. Parmağındaki plastik yüzüğü çıkardı kadına uzattı. İç çamaşırları ve tül çorapları ile kalmıştı sadece. Durdu ve öylece bakmaya başladı kadına.
Kadın ellerini tekrardan göğsünde bağdaş yaptı ve hafif bir esneme eşliğinde,
-Devam et! dedi
Ellerini arkasına dayayıp sütyenini çıkardı kadına uzattı. Bekledi..
-Devam et! dedi görevli kadın..
İkisi de birbirinin sınırını keşfetme yolunu seçmiş gibiydi. Tekrardan “devam et” dedi kadın. Eğildi çamaşırını çıkardı. Onu kadına uzatmadı. Öylece yere bıraktı. Pes etmiş gibiydi..
En son tül çoraplar kalmıştı üzerinde.. Odanın dışarıdan ahşap bir plaka ile kapatılmış penceresinden kendisini gördü. Hayatında ilk defa annesine zorla aldırdığı çorapların rengindeydi. O ilk aldığı tül çorapların ertesi gün kızlar tuvaletinde heyecanla aynada izleyişini ve her ne olduysa bir anda çorabın yırtılmasını hatırladı. Binanın kapısında dudağına gelen gülümseme yine kondu yüreğine. Bu defa tutamadı kendisini..

yakup


         

tufan..

Cennetten kovulmak yetmiyormuş gibi, bir de her sabah uyandığım da başka bir yer de buluyorum kendimi. Bugün küçük bir koy da uyandım. Gün henüz ağarıyordu. Sanırım havanın soğuk olması ve sahile vuran dalgaların sesinden dolayı erken uyandım. Daha önceleri bildiğin gibi, ya bir çöl de, ya bir mağara için de, ya da orman da uyanıyordum.. İlk defa bir deniz kenarın da buldum kendimi.. Mağara da uyandığım günün sonun da bir deniz kenarın da uykuya yenildiğim olmuştu. Ama biliyorsun işte ne uyuduğum yeri, ne de uyandığım yeri bir daha bulamıyorum.. Nasıl bir cezadır ki bunu sürekli yaşamak zorun da kalıyorum.. Ama değişmeyen bir şey var! Her yerde o kadını görüyorum.. Bu sefer saçlarının rengi farklıydı.. Gün batımına benziyordu saçları. İlk gördüğüm de nihayet bir başkası diye düşündüm. O heyecanla yaklaştım ona. Ama ne göreyim gözler aynı gözler, burun aynı burun, dudaklar aynı dudaklar, ses aynı ses.. O da beni gördüğü için ilk defa mutlu değildi.. Sanırım o da sıkıldı sürekli aynı şeyleri yaşıyor olmaktan. Yine de yaklaştım ona, bir önceki gün o sıcak ve parlak şeyin tepeden hiç ayrılmadığı o tuhaf yerde ona karşı kırıcı davrandığımı kabul ettiğimi ve özür dilemek istediğimi söyledim.. Öylece baktı yüzüme. Hiçbir şey demeden elindeki küçük bir ağaç dalı ile sahildeki kumların üzerine bir şeyler çizmeye devam etti. Bir suçlu gibi daha fazla şey söyleyememe haline büründüm. Birkaç adım geri giderek bir taşın üzerine oturdum ve yaptığını izlemeye başladım. O da benim gibi yeni uyanmıştı ve henüz yiyecek aramaya çıkmamıştı sanırım. Çünkü hep böyle oluyor. Uyanıyoruz, birbirimizi görüyoruz, birbirimizle iletişim kurmaya çalışırken hep bir sürtüşmelerimiz oluyor, birbirimize bağırıyoruz, kızıyoruz ve içimizdeki o boşluğa yenilip uzaklaşıyoruz.. O bir tarafa giderken ben diğer tarafa gidip yiyecek bir şeyler arıyoruz kendimize. Öylece kaybediyoruz birbirimizi ta ki diğer güne kadar.. Bu kısır döngü cennetten kovulduğumuzdan bu yana böyle.. Dünyaya ilk düştüğümüz gün birbirimize sözler vermiştik. Bir daha  ayrılmayacağımızı, birbirimizden habersiz iş çevirmeyeceğimizi söylemiştik.. O yılana inandığımız gibi artık hiç kimseye inanmayacağımızı da söylemiştik üstelik.. Bu da kısa sürdü.. Şimdi ise birbirimizi bulup bulup kaybediyoruz. Ama bu gün nedense diğerlerinden daha sakin başladı. Çizdikleri de o kadar da anlamlı şeyler değil üstelik.. Kimi derin çukurlu, kimi ise bir rüzgarın uçurduğu yaprağın değmesi kadar soluk çizgilerden oluşuyor. Bazen çubuğu alıp öylece etrafında dönüyor, denizin kenarına kadar koşuyor, geri geliyor. Ama bunları yaparken hiçbir şekilde yüzüme bakmıyor. Varlığımı umursamadığından eminim.. İçim de garip bir his uyanıyor.. umarım diğer günler de böyle geçmeye başlamaz diye düşünüyorum.. o beni erken uyandıran soğuk hava yerini sıcak bir ortama bırakmaya başlıyor.. içimdeki boşluk ise henüz uyanmış değil.. Aynı şeyleri de o da yaşıyor olacak ki, şimdiye ormanın içine girip uzaklaşmış olurdu.. uyandığımız yerin neredeyse tamamı çizgilerle doldu.. Ben ise sabırla taşın üzerinde oturmuş onu izliyorum.. Koşturmaları, dönmeleri, zıplamaları, uzanmaları bitmiyor bir türlü.. Tepemizdeki o sıcak ve parlak şey denizin üzerine ışığını acımasızca yedirmişti.. Tam oflamalarım başlayacaktı ki, bir anda durdu. Küçük adımlarla bana doğru yürümeye başladı. Bu vaktin ne kadar uzun olduğunu anlatmam imkansız. O kadar küçük adımlarla yürüyordu ki, bunun bir ömür süreceğini düşündüm.. Nihayet yanıma yaklaştığın da elindeki ağaç dalını bana uzattı. Aldım. Gözlerini kapat dedi. Kapattım. Ben aç deyinceye kadar açma dedi. Tamam dedim. Bekledim. Esen rüzgar ve dalgaların sesi dışında hiçbir şey duymuyordum. Epey zaman geçti böyle. Rüzgar ve dalgaların sesi dışında hiçbir şey duyamamak sinirlerimi geriyordu üstelik. Hiçbir şey yapmadan öylece karşımda durduğunu ve bana baktığını düşünmeye başladım sonra.. Açayım mı gözlerimi diye sordum. Ses etmedi. Bunu birkaç kez tekrarladım.. Ama ne ses veren oldu, ne de buna benzer başka bir şey.. Sonun da dayanamayıp açtım gözlerimi.. Karşım da hiç kimse yoktu  ve kumlar hiç üzeri çizilmemiş gibi öylece duruyordu..

yakup

başlıksız...

ölecekseniz doğru düzgün ölün lan!
viagradan ölün mesela
dik duruşunuzu görsünler diye
ölecekseniz doğru düzgün ölün lan!
nedir öyle dört ayaklı minarenin dibinde yüzü koyun uzanışınız,
keza, bir kaldırım kenarında
ölecekseniz doğru düzgün ölün lan!
spor yaparken mesela
ambulanslar dizilsin kapınıza 
helikopterler uçsun tepenizden
kendi hastanenizde ikramda bulunun azraile
nedir öyle sokakta yedi gün keyif çatışınız
karlar altında günlerce bekleyişiniz
ölecekseniz doğru düzgün ölün lan
egede bir bot içinde ölmekte neymiş!
...ve sahile vurmak,
sessizce

Benim Masum Fahişelerim...

"Doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi armağan etmek istedim. Aklıma Rosa Cabarcas geldi, hani şu gizli genelevinde eline bir yenilik geçtiğinde hatırlı müşterilerine haber veren kadın. Daha önce öyle şeylere ya da onun baştan çıkarıcı müstehcen önerilerinin hiçbirine asla kapılmamıştım ama benim ilke sahibi biri olduğuma hiç inanmazdı o. Ahlâk da bir zaman sorunudur, derdi, yüzünde hınzır bir gülümsemeyle, görürsün bak...

Benim Hüzünlü Orospularım kitabına bu paragrafla başlıyordu Márquez.

Márquez için ahlak bir zaman sorunuydu!

Bizim içinde bu bir zaman sorunu olabilir mi?

Örneğin bizim için Türkler faşist bir topluluk gibi gelir. Ama bugünlerde, hatta her ramazan ayında Doğu Türkistan’da olanları gördüğümüzde aslında Türklerinde ana dillerinden nasıl uzaklaştırıldıklarını, inançlarını yaşayamayacak oranda tutsak olduklarını, kültürlerini yaşayamama ile nasıl karşılaştıklarını görebiliyoruz. Sırf bunun için sokaklarda kurşuna dizildiklerini, inançlarının tam tersini yaşamaya zorlandıklarını öğreniyoruz.

Bu haberler Türkler’den daha faşist topluluklar olduğunu mu size gösterir, yoksa zulmün, zalimliğin bir dini, bir kültürü, bir rengi olduğunu mu?

Buna benzer ayrışmaları, kendi içindeki çelişkileri ortaya dökecek o kadar çok örnek var ki önümüzde, hepsini aşağıya doğru sıralasak sıkılacağınızdan eminim..

Rosa Cabarcas’a “ahlak bir zaman sorunudur” dedirten sanırım bu olsa gerek…

Zamanla, hatta çok kısa zaman döngüleri içinde bu çelişik durumların oluşmasına sebebiyet veren nedir? Uzun uzun konuşmayı ve düşünmeyi gerektirir sanırım. Ama bu hususta herkesin pastadaki büyük haklılık dilimini kendisine ayırdığını söylemek gerek.

Büyük haklılık dilimini kendimize ayırmakta bir o kadar aşırılığın temsiliyetine geçiyor..

Daha dün yaşanan “onur yürüyüşünü” aşırılık olarak görenler ile, bu yürüyüşe gösterilen tepkiyi aşırılık olarak görmenin teleffuzu gibi…

Öyle ki, aşırıya kaçmanın fahiş kelimesi ile birebir benzerliği vardır. Erkeksi bir yaklaşımla, birden çok erkek ile birlikte olan kadına fahişe yakıştırması buradan geliyor.. Aynı toplum birden çok kadınla birlikte olan erkek için ise henüz bir kelime geliştiremedi. Kadınsı bir toplum oluşma evresine girildiğin de büyük ihtimal fahişelik erkeler için kullanılan bir argüman olmaya başlayacaktır.

Yani, yine “ahlak bir zaman sorunudur” gerçeği çıkıyor karşımıza..

El değiştiriyoruz.

Sürekli kendisini dönüştüren, yenileyen, azaltan, çoğaltan bir el değiştirme..

..ve kendi içinde zamansal bir uyumluluk halinde!

İşin ucu, her hali ile “hepimiz aslında masumuz” kısmına gelip takılıyor..

Birbirimizi masumiyete davet edip, kendi yarattığımız bu masumiyet senaryosuna inandırarak ilerliyoruz.

..ve hepimiz bir o kadar masum değil!

Bu ikililikten sıkılıp bir yerde kalmayı seçenlerin iktidar olmanın kapısına çıktığını ve yine aynı noktaya geldiğini görmek inanın hiç zor değil..

Kardeşlikte, yoldaşlıkta, ümmetçiliğin kollarında buluveriyoruz bir anda kendimizi..

Eşit olmayı hep öteleyerek..

Sonsuz gerekçelerimiz var bunun için. Eşit yaratılmamışlıktan, kaburga kemiğine dayanan bıçağın iki yüzü haline..

Ah benim masum fahişelerim ah…

Ahlak bir zaman sorunudur ve günü geldiğinde sende dönüşürsün, tenindeki masumiyetinden hiç kurtulmaksızın!

Korkmayalım, geç olmayacak..

Sadece biraz utanacağız, birkaç saniyeliğine!

Unutacağız sonra, 

..ve yine aynı terane..

Sen yine de inandığını yaşa! 

Öteki türlü veya beriki halinde...   

yakup

Yoksa Siz Hâla!

Eğer, herkesin ihanetçi olarak yaftalandığı bir ülkede yaşıyorsanız ve henüz ihanetçi olmadıysanız, büyük ihtimal o ülkede turist olarak bulunuyorsunuzdur. ..ve yahut arıza vermiş bir uçak ile uzaklara giderken mecburi iniş yapmış ve ertesi gün ancak halledilebilecek bir sorundan dolayı mecburen o ülkenin şehrinde turluyorsunuzdur.

Yaşadığınız ülkede savaş olmasından dolayı zorunlu göç yapmış olmanız dahi sizi ihanetçi sepetinden kurtarmayacaktır. Kanaat etmediğiniz varsayımı üzerinden yaşadığınız mahalle basılabilir, sokaklardan kovulabilir veya bir şehrin girişi size tamamen kapatılabilinir.

Nedir ki, ihanet?

Sözlük anlamı sadık kalmamak olarak belirtilmiş. Ortada birşey var ve siz o şeye herşeye rağmen sadık kalacağınıza dair bir söz vermişsinizdir ve bundan dolayı yapacağınız herşeye dikkat etmekle mükellefsinizdir.

O şeyin ne olduğu konusu ise mutlakiyetçiliğin başlangıç evresi. Daha siz doğmadan önce sizin adınıza sınırlar çizilmiş, sizin adınıza sözler verilmiş ve sizin seçiminiz dahi olmadan alnınıza yazılmış destanlarla bezeli bir aidiyet silsilesi üzerinden nutuklara amin demek durumunda kalmaktasınız...

Düz olanın ne olduğuna sizin öz varlığınız ile karar vermek hakkınız dahi olmamakla birlikte yeni bir düz yaratmak ise günah sandığına çoktan kapanmış ve bilmem kaç turluk zincirler ile sarmalanmıştır. 

Nedir ki, ihanet?

Sözlükten çıkıp toprağa ayağınızı bastığınızda birkaç defa düşünmek gerekliliğidir. Çünkü o toprağın filizlendirdiği zenginliğin kimin koltuğuna sünger yapıldığını bilemezsiniz. Bu durumda, sadece aidiyetin varlığını değil, varlıklı olmanın seceresi ile de muhattap durumda kalacaksınızdır.

Örneğin İstanbul’un fethi şenliklerinde elinde türk bayrağı ile bir Kürt, bir Çerkes, bir Ermeni  dolanıyorsa bu kürdistana ihanet olarak algılanır. Ama kimse bu ihanetin Rumlara yapıldığını düşünmez.. Çünkü ortada Rum yoktur ve bu olmama halinin suçlusu olan “herkes” olduğu için, bunu, var olan ve kabul edilen bir şey üzerinden biçimlendirmek en kolay yoldur...

Nedir ki, ihanet?

Belki de ömrünüzde bir seferlik sesli düşünme halinin sizin bir ömrünüze bedelleştrildiği durumdur. Yıllar sonra bile bugünü savunmak zorunda bırakılma halidir. Çünkü değişmek, dönüşmek, evrilmek sadece Kafka’nın cümlelerinden ibarettir. Yada Kaf dağının ardındaki ulaşılmaz bir ideadır. Aslında böyle bir şey yoktur ama siz yinede onun varlığına inanınki bir kıtlık zamanında bile o koltuğa oturan kendisini o değişime uydurabilsin ve hep baki kalabilsin.. Sizin değişmeniz koltukta oturanın kabulü dışında ise ihanettir. “Niye beni çağırmadınız” demektir aslında.. Ama davetiyeyi iki kişilik hazırlarsanız bu kabuldür. Biri muktedir, diğeri koltuk…

Nedir ki, ihanet?
Bir kelimenin ters bir anlam ifade edebilmesi için yüzyıllar geçmesi gerekirken, yüzyılda bir yaşanılabilinecek bir olaya hergün maruz kalanlar için o kelime bir günde değişime uğrayabilir.. Bu yüzden herkesin ihanetçi olduğu bir toplumda aslında “normal” olmaktır. Size ihanetçi dendiği için yüzünüzü asmanıza gerek yok! J
yakup